Category: Türkçe

Date:

Gün : 29 Ağustos

Sabah açık büfe kahvaltımızı yaptıktan sonra eşyalarımızı toparlayıp KTÜ dolmuşuna biniyoruz. Burada saate göre kalkmak yokmuş dolmuşlarda, dolmuş dolana kadar bekliyor. Trabzonun sıcak ve boğucu havası dolmuşun içinde erimemize yetiyor. Dolmuş kalktıktan sonra 10 dakika içerisinde KTÜye ulaşıyoruz. Elektronik - Bilgisayar Mühendisliği bölümleri binasının önünde bizi Beril karşılıyor. İçerideki IEEE kol odasına geçiyoruz. Kısa bir tanışmadan sonra kantine yöneliyoruz. Okulun içi harabe halde. Tadilat var. Kantinde oturup yeni arkadaşlarla tanışıyoruz. Bir şeyler içip sonra eşyalarımızı yurtlara bırakıyoruz.

Yemek vaktini beklerken BİLMÖKte tanıştığım Halil İbrahimi görüyoruz ve biraz sohbetin ardından saat 13.30da yurtların önünde toplanıp yemeğe gitmek üzere getirtilen dolmuşlara doluşuyoruz. Dolmuşlar bizi şehir merkezinde bıraktığında ücret ödemesi konusunda kargaşa çıkıyor. Sanırım kimin ödeyeceğini belirlememişler. Bir pideciye girdiğimizde yer olmadığını görüyoruz. Bizden önce gelen bir grup yemeğini bitirmek üzere olduğu için onları bekleyip masalara biz oturuyoruz. Trabzon pidelerimiz geliyor. Oldukça Çay bahçesiyağlı! Ancak lezzeti de yağından geliyor sanırım. Tadı güzeldi ancak Trabzona geldik, hadi pide yemeye gidelim diyebilecek kadar özel gelmedi bana. Sonra sahilde bir çay bahçesine oturuyoruz. Muhabbet edip fotoğraf çekiyoruz. Sonra Kayseri ekibiyle şehir merkezine geri dönüp bunaltan sıcak sebebiyle kendimizi cami avlusundaki serin gölgede otururken buluyoruz. Uzun bir sohbetten sonra meydandaki kocaman LCD televizyonda yeni bakanların açıklanmasını izliyoruz. Birçok kişi meydanda toplanmış durumda. Sonra, akşam yemeği için nereye gidileceği tartışılıyor. İkinci Bahar denilen kebapçıya !!! gidiyoruz ve Trabzona gelip Adana-urfa türevleri yemiş oluyoruz. Tabi bu sırada Remzi de Hamsi Pilav isterim diye durmadan söylenip görevli Fatihin başının etini yemekten geri kalmıyor. Ayrıca fark ediyoruz ki getirilen beyti(sarma değil) ile urfa kebap aynı! Ben de yoğurt kebap yiyorum. Bu kebabın iskenderden farkı, yoğurdun etlerin altına konulup fırına girmesiymiş.

.

Bu sıralarda bir yandan da dönüş yollarını araştırıyoruz. İstanbula otobüs bileti bulunamadığını, uçakların ise 200 YTLden başladığını öğreniyoruz. Yemekten sonra bizi bir eğlence mekanına götürüyorlar ancak beğenmeyerek çıkıyor ve biraz alışverişin sonunda yurtlara ulaşıyoruz. Yurtlara ulaşınca burada rahat edemeyeceğimi anlayıp Remziyle otele geri dönüyoruz. Biraz tuzlu oluyor ama benim gibi dizleri sakat birisi için bu bir mecburiyet. Bu sefer 302 nolu oda dolu, onun yerine 109 nolu odayı alıyoruz. Bu oda daha iyi esiyor ancak otelin altı ve karşısının meyhane olduğunu fark ediyoruz. "Hoplayıver Çekirge" şarkıları eşliğinde yorgunluğun verdiği etkiyle kolaylıkla uyuyoruz. Yarın Sümela gezisi var...

Gün: 30 Ağustos

Ayasofya Kilisesi

Sabah 7de kahvaltımızı yapıp hazırlanıyoruz. Otel görevlisi 302 nolu odayı hazırlayıp eşyalarımızı oraya yerleştirecek. Dolmuşa koşuyoruz, 3 kişi olduğumuz için kalkmıyor. Diğer arkadaşla anlaşıp taksiye biniyoruz ve geziye giden otobüsü bekletip ucu ucuna yetişiyoruz. Saat 09.05 ve termometre 33 dereceyi gösteriyor, bozuk mu acaba? Önce Ayasofya kilisesine ulaşıyoruz. Diğerleri gibi bir kilise işte. Ama adamlar işini biliyormuş, mis gibi deniz manzaralı. Duvarlarındaki resimler, özellikle de göz kısımları oyulup çalınmış. Kilise, Osmanlı fethinden sonra Cami olarak kullanılmış. Bu, duvarında (Cinn, 18) ayeti ve meâlinin ( "Şüphesiz ki, mescitler hep Allah içindir, o halde Allahın yanında başka birine dua etmeyin!") asılı olmasından anlaşılabiliyor. Daha sonraları da müze olarak ziyarete açılmış.

Atatürk Köşkü

Daha sonra Atatürk Köşküne ulaşıyoruz. Bu lüks köşk, bir Rum tarafından yaptırılmış. Ancak ev halkı mübadelede Yunanistana gidince köşk boş kalmış. Atatürk bu köşkü denizden görmüş ve çok beğenmiş. Bunun üzerine de Trabzon belediyesi bu köşkü Hazineden satın alarak Atatürke hediye etmiş. İçeride Atatürkün kullandığı nostaljik eşyalar mevcuttu, ancak maalesef fotoğraf çekmek yasaktı. O yüzden fotoğrafları paylaşamıyorum. 1934 yapımı bir harita bir duvarı tamamen kaplıyordu. Harita üzerinde Hatayın sınırlarımız dışında olduğu görülebiliyordu. Dersim ayaklanmasını bastırmak için planları ifade eden, Atatürk tarafından konulan noktalar da görülebiliyordu. Balkonda ve dışarıda fotoğraf çekilip sandviç/meyvesuyu ile kahvaltımızı yapıyoruz: saat 11 civarı... Bu kahvaltı sırasında birçok arı da peşimizden koşup duruyordu, hatta bir arkadaşın da dudağından sokmuşlar! Hemen otobüslere doluşup Boztepeye doğru yola çıkıyoruz

Boztepe ManzarasıUfuk çizgisi ne kadar belirsiz, değil mi?

Kayseri Ekibi, H.İbrahim ve Remzi

Yukarıda görebileceğiniz üzere, Boztepenin manzarası bir harika. Sıcakta iyi gider diye ayran içiyoruz ve manzarayı seyre koyuluyoruz. Bu sırada ufuk çizgisinin güzelliğini yakalayarak bunu sizinle paylaşmak istiyorum.

Sümela'ya çıkarken

Sonra, Maçka üzerinden Altındere vadisine varıyoruz. Bir doğa harikası burası! Alabalık ve kuymak yiyoruz. Bu sırada garson bize balıkla birlikte içmemiz için ayran getiriyor fakat bunu görmeden soruyorum:

  • "Afedersiniz, ben 3 saat önce ayran içmiştim de, şimdi balık yiyince bir şey olur mu?"

Millet kopuyor tabi. "Taze balıktan bir şey olmaz" deseler de cesaret edemiyorum. Balığı yemeye başlarken paylaşımcı ruhumla arıların da balıktan istifade etmelerine izin veriyorum. Gittiklerinde ise şimdiye kadar görülmemiş bir hız ile 5 dk içerisinde balığı bitiriveriyorum. Yemekten sonra Sümela Manastırına giden iki yoldan kısa olanından tırmanmaya başlıyoruz. Ama kısa dediğime aldanmayın, 2 km var sanırım, ve taş toprak yoldan dik bir şekilde tırmanıyorsunuz. Tabi ben bu süreçte ölüp ölüp diriliyorum sakatlıklarım sebebiyle. Artık herkesin dediği şey şu: "Buraya çıkmak için hakkaten evliya vs. olmak lazım ya..." İşte hedefe ulaştığımdaki halim:

Sümela Manastırı Dış görünüşü

Sümela TeleferikDuvarlardaki resimler

Aklınızda bulunsun, buraya çıkan insanlar o kadar terliyor ki, eğer birisi akıl edip de iç çamaşırı ve penye satacak olsaydı belki zengin olurdu. En azından çeşme olmasaydı (ki çıkınca kuyruk oluştu) su satışı da iyi giderdi. (Kayserililerin yanında onlara mı benzedim ne :P ) Her neyse, Manastır öyle çok büyük bir yer değil. Birkaç tane ikişer pencereli odası var. Bazı duvarlarda resimler mevcut. Ancak tarihi eserlere sahip çıkmakta üstüne olmayan milletimiz bu resimlerin üzerlerine isimlerini kazımışlar. Uzaktan belli olmasa da, yakından çok kötü bir durumda bu resimler. Manastıra oldukça yoğun bir ilgi var.

Ayrıca tepeden aşağıya inmek için bir teleferik de kurmuşlar resimde görebileceğiniz üzere :) Dönüşte bir araba yolunun olduğunu (uzun olan - 3km) söylüyorlar ve ben oldukça kızıyorum! Bilseydim oradan giderdim de dizlerimin bağı çözülmezdi. Dönüşte oradan gidiyoruz, yağmur çiselediği ve yerler kayganlaşmaya başladığı için. Oldukça uzun bir yol. Git git bitmiyor, bence 3 değil 10km bile olabilir. Yolun aşağı kısımlarında bir asfalt çalışması var gündüz gündüz. Asfalta girdikten sonra daha kurumadığını fark ediyoruz. Bu sebeple biraz da koşarak iniyoruz. Trafik felç halde. Yolda ufak ufak şelaleler, akarsular, kaynaklar görüyoruz. Muhteşem bir doğa var. Ancak dikkat etmemiz gereken bir husus da buralarda pillerinizin paslandığı! Evet, mevcut tüm Duracell pillerimin kutupları paslandı, dolayısıyla yepyeni olanlar bile boş gibi algılandı. Bir süre fotoğraf çekemedim ancak tekrar deneyince çalıştılar.

Yemek yediğimiz yere indiğimizde "Hamsiköy Sütlacı" yiyorum ve içimden "Hayatımda bu kadar güzel sütlaç yemedim" diye geçiriyorum. Bir de Fatihteki Saray Muhallebicisindeki sütlaç çok güzeldi. Yedikten sonra otobüslere doluşuyoruz ve yurtlara dönüyoruz. Akşamki açılış kokteyli ve yemeğe çok yorgun olduğum için katılamıyorum, Remzi katılıyor. Ben de otele dönerek çekirgelerle hoplamak suretiyle uykuya dalmaya çalışıyorum. Sonradan Remziden öğrendiğime göre yemekten sonra yapılan toplantıda kavga edip durmuşlar...


Share: FacebookGoogle+Email


comments powered by Disqus