Category: Türkçe

Date:

28 Nisan 2009, Salı 17.15

İlerliyorum. Koltuğum sol tarafta cam kenarı. Yanımda Çinli bir bayan oturuyor. Üst bagajda sırt çantamı koymaya yer yok, montumu -sarkan kollarıyla uzun bir cebelleşmenin ardından- koyuyor ve koltuğa oturuyorum. Kadın, çantamı koymayı teklif ediyor. Yer yok desem de, "ben açarım" deyip kendi çantasını çıkarıyor. Benimkisini koyuyor, üstüne kendisininkini. O sırada bir hanımkızımız geliyor ve koltuğunda (benim bir arkamdaki koltuk) başka bir kadının oturduğunu görüyor. Kadın kalkmamak için direniyor. Manzara seyredecek tabi. Sonra hostes geliyor ve kadını tahliye ediyorlar.

Giderken hostes ve stewardlarımız hep gençti. Bu seferkiler 50+ yaşlarında gibi. Nasıl dayanıyorlar acaba. İkramlar başlıyor. Akşam yemeğimi getiriyorlar. Ne de olsa saat 18. Gelirken yediğim yemeğe benziyor. Bu sefer soyadımı  Eladak şeklinde telaffuz etmek yerine "Bu sizin soyadınız mı?" diye soruyor hostes.  Yemeği yiyip camdan dışarıyı gözlemliyorum. Batıdan doğuya gittiğimiz için güneş normalden yaklaşık %30-40 daha hızlı hareket edecek.

Saat 20 yerine 19.14te güneş batıyor. Çok hoş bir manzara. Her taraf koyu mavi. Bulutların gölgeleri diğer bulutların üzerine düşüyor. 1 saat sonra tamamen kararıyor hava. Artık gece oldu. Yıldızlar parıldıyor. Hiç görmediğim kadar parlak. Sonra Ayı gördüğümü sanıyorum ancak uçağın kanat ışığıymış! Neyse, bir süre sonra gerçek ay da görünüyor. Daha büyük.

Saat 23te imsak vakti. İpliklerin ayrılması ile tabir edilen o ilk ışınları görüyorum. Harika! Arada hiçbir engel yok. 23.10 gibi ise kara görünüyor. Yerden aydınlatma ışıkları. Sanırım İngiltere semalarındayız ve 1 saat sonra da iniyoruz.

Uçağın içinde ne mi oluyor? Yemekten sonra hosteslerimiz pazarlamacı rolüne soyunup duty free (vergisiz) ürün satışına çıkıyorlar. Sigara, parfüm vs. Hiç gerek yok. İkramlar gayet iyi. Akşam yemeği+ sabah kahvaltısı + 2 bardak meyve suyu + 2 bardak çay koparabildim. En komiği ise şu diyalog:

Yolcu: "Afedersiniz, dondurma alabilir miyim?"
Hostes: "Neden dondurmamız olduğunu düşündünüz acaba?"
Yolcu: "Hiiç belki vardır diye düşündüm."
Hostes: "Maalesef dondurmamız yok"

Sonraa, 1-2 saatlik türbülans modunda dolaştığımız oldu. İnsan söyler değil mi, bak 2 saat türbülansa gireceğiz, ona göre az iç diye! :P Neyse, yanımdaki kadın da fark ediyorum ki Elizabeth Hill imiş. Sanırım İngilizleşmiş. Öyle ki sütlü çay içiyor ve aksanı koyu bir İngiliz aksanı. Bir ara sohbete başlıyoruz. İngilterede yaşamış bir süre. Birçok ülkeyi görmüş. İstanbula da gelmiş. Hayran kalmış. Gün doğuşunu izletmişler boğazda. Çok mistik bir tarzı vardı hayran oldum diyor. Gururlanıyorum tabi. :) Uçaktan inerken montumu görüp "İstanbulda indiğin zaman hava sıcak olduğu için ‘Aptala bak, neyle dolaşıyor diyeceklerdir" diye eğleniyor kendi çapında. :D Ben de zaten kadına inat İstanbulda o montu giyerek dolaşacağım! Hıhh.

İniyoruz. Pasaport kontrolü felan yok. Kanadadan geldiğimiz ve transit bölgede kalacağımız için muhtemelen. Görevliye biletimi gösterip hangi kapıya gitmem gerektiğini soruyorum. B24 kapısına gidecekmişim. Ortalıkta aranırken ne işse düz gitmek yerine yoluma çıkan bir merdivenden yukarı çıkıyorum. Havaalanının diğer bölümlerine götürüyor. D ve E kapılarına. Diyorum "ne işim var benim burada?". Uykusuzluk işte. Geri inip çok zor da olsa B24 kapısını buluyorum. Yol üzerinde bagaj kontrolü yapıyorlar. Gittiğimde görevlilere emin olmak için soruyorum. Evet, İstanbul uçağı buradan kalkacakmış. Yarım saat önce burada olmam yeterliymiş. Yaklaşık 2 saat var. Biraz oturuyor, etrafı ve haberleri izliyorum. Yaşlı, Anadolu insanı bir çift geliyor. Teyzemiz görevlilere gidip İngilizce uçak hakkında sorular soruyor ve cevapları da anlıyor. Vay be! Gençlerimiz bile İngilizce bilmezken...

Sonra biraz dolaşmaya çıkıyorum. Duty Free Shopa girerek Merci çikolatalardan alıyorum. Kasaya geldiğimde kasiyerin gömleğindeki kartta İngilizce, Almanca ve Türkçe konuştuğu yazıyor. Adı da Mehmet Yıldırım. Oley, Türk gördüm diyorum. Ancak o alışmış doğal olarak. Gayet resmi takılıyor :) Pasaportumu alıp taratıyor. Giriş kapısına geri dönüyorum. 2 tane orta uzunlukta kuyruk var. Ancak bir tane gişe görünüyor. Neyse diyor birisine giriyorum. Önümde 2 Kanadalı kadın, çocuk arabalarıyla birlikte. Yuh diyorum, o arabayla tatile gidiyor anlaşılan. Uçağa almaya başlıyoruz diye duyuru yapıyorlar ve olan oluyor! Kuyruk felan kalmıyor. Aynı vapur iskelesinde insanların yan yana sıralanmaları gibi, 6-10 paralel sıra oluyor sanki. Kim önce gelirse. Türkiyeye yaklaştığımı iyice hissetmeye başlıyorum :D

Biniyorum uçağa. Sağ cam kenarındayım bu sefer. Yanımdaki koltuk boş, öbür koltukta ise bir iş adamı oturuyor. Elinde blackberry e-postalarını kurcalıyor sanırım. Tam uçuşa geçecekken ise hızlı bir el hareketiyle cebine atıyor cihazı. Sanki kapatmadan. Kıllanıp soruyorum:

Ben: "Sadece emin olmak için soruyorum, telefonunuzu kapattınız, değil mi?"
Adam: "Tabii ki, uçuşa geçiyoruz."
Ben: "Teşekkürler."

Tabi bu soru karşısında pek hoşnut olmadı adam. Camdan dışarıyı izliyorum. Her taraf dümdüz ve yemyeşil. Her bir karış toprağı tarımla değerlendirmişler. Kahvaltı geliyor. Uzaktan poğaça gibi görünüyor gözüme, çoook seviniyorum. Sonunda poğaça yiyebileceğim diye. Malum, Kanadalarda yoktu öyle şeyler. Hatta pastane bile görmedim. Belki az sayıda vardır. Kahvaltım geldiğinde poğaça sandığım şeyin ekmek olduğunu fark ediyorum. Hayal kırıklığı. Ama olsun. Anonslar yapılıyor. Almanca, İngilizce ve Türkçe. Sadece Türkçe anonsta "ürünlerimizde domuz ürünleri kullanılmamaktadır" diyorlar özel olarak :) Yazılarımı takip mi ediyorlar ne :P İçecek olarak merak edip sütlü çay alıyorum. Fena değilmiş. Bulutların üzerine çıktıktan sonra 1 saat kadar uyuyorum ve Türkiyeye giriş yapıyoruz. Topraklar görünmeye başlıyor. Tarım felan yok, boş boş duruyorlar. Deniz görünüyor. Marmara sanıyorum baştan ama uçağın 270*C dönüş yapmasıyla kıyı şeridinden buranın Avrupa yakasının Karadeniz kıyıları olduğunu fark ediyorum. Kuzeyden güneye alçalarak iniyoruz. Binalar görünmeye başlıyor. Çarpık çarpık beton binalar. Aha Türkçe görüyorum! Aha minareler! Yuppiii. Tanıdık bir şeyler geliyor sonunda. Babam da gelmiştir şimdi beni almaya. Uçak biraz geç kaldı. Bina manzaraları arasında -başka yerde böyle bir durum yok- iniş yapıyoruz.

Atatürk Havalimanındaki Türkçe yazıları görünce tuhaf geliyor, özlem ancak bir o kadar da "bakalım insanlar kaba gelecek mi" endişesi var. Vize kuyruğu, Yabancı uyruklular girişi ve Türk girişi var. Yabancı ve Türk girişleri arasında yabancıları tarayan termal kamera koymuşlar. Domuz gribini tespit için. Televizyoncular gelmiş haber yapıyor. Türk girişinin yolunu engellemiş gibi. Biz de herhalde başka bir giriş vardır diye ilerliyoruz. Çünkü Türk girişinde termal kamera yoktu. İleride bir polis çeviriyor. Geri dönün, sağlık kontrolünden geçeceksiniz. Bakıyoruz, başka kapı yok. Termal kameraların taraMAdığı Türk girişinden elimizi kolumuzu sallayarak giriyoruz. Anlaşılan "Türke bir şey olmaz" mantığı geçerli. Ya da henüz kameraların hepsi gelmedi. Memura pasaportumu veriyorum, damga basıyor. Mahkeme duvarı gibi bir surat. Bir kelime söz yok. "Aha, hakkaten kabalıkta haklılarmış" diyorum. Geçiyor, para bozdurma görevlisine bagajları nereden alacağımı soruyorum. "Bak orada ekran var, oradan bak. Frankfurtsa 3 numaraya gideceksin." diyor. Ben yine de ekrana bakıyorum. 2 numara. Geri dönüp "Abi aklında bulunsun, Frankfurt 3 değil 2 numaraymış." diyorum. Adam tersliyor iyi niyetle hatasını söyledik diye. Varan 2. Bagaj kısmına gidiyor ve uzun bir beklemenin ardından bagajımı alıyorum. Benim valizlerden birine tıpa tıp benzeyen bir valizi açıp bakmak zorunda kalıyorum, değilmiş.

Valizlerimle çıkışa gidiyor, babamı görüyorum. Hasret gidermenin ardından İngiliz/Çinli kadına inat montumu giyip arabaya gidiyoruz. Yağmurlu bir gün. İstanbulu özlediğimi fark ediyorum. Boğazdan doya doya bakıyorum. Eve ulaştığımda ev ahalisiyle de özlem gidermenin ardından anne yemeklerine dadanma zamanı... :)


Share: FacebookGoogle+Email


comments powered by Disqus