Category: Türkçe

Date:

Hoşuma giden bir sözle yazıma başlayayım:

In science, if you know what you’re doing, you shouldn't be doing it. In engineering, if you don’t know what you are doing, you shouldn't be doing it.

-- Richard Hamming

Yani bilim, ne yaptığını bilmeden, keşif için yapılırken mühendislik bildiğin şeyleri hayata geçirerek yapılır. Bilim özünde keşiftir, doğayı ve insanı anlamaktır. Eski asırlarda bilim insanları çevrelerini daha iyi anlamak için gözlem yapar, kafalarını yorarlardı. Onlar için anlamanın ve keşfetmenin verdiği haz her şeye bedeldi belki de. Bu sebeple daha bir samimiydi sanki çalışmaları. Eski asırlardaki mühendisler ise yeni bir tasarımla, yeni bir icat ile problemleri çözmenin derdindeydi. Bilim insanları da mühendisler de idealisttiler. Çoğu zaman bu iki sınıf çakışırdı, orası ayrı mesele. Konuları da çok çeşitliydi. O zamanki bilgi miktarının sınırlı olmasından olsa gerek, şimdiki gibi dar alanlarda çalışmıyorlardı. Aklıma "Kız istemeye gidince 'Oğlumuz ne iş yapıyor?' sorusuna vermek istediğim cevap." espirili tweetiyle birlikte paylaşılan şu fotoğraf geliyor:

Ibn-Nefis'in Çalışma Alanları

Nasıl bir anlama ve öğrenme aşkıdır bu...

Şimdilerde ise bu tarz insanlar pek bulunmuyor. Son yüzyıllarda şehirleşmenin etkisiyle kendi kendine yetemeyen insanlar, öğrenmek anlamaktan ziyade bir geçim kaynağı, bir meslek olarak bilim ve mühendisliği seçer oldu. Devletler bilim için bütçe ayırmaya, akademisyenleri desteklemeye başladılar. Bu noktada desteğin adil olması için değerlendirme kriterleri gelmesi gerekiyordu. Çalışanla çalışmayan bir olmamalıydı. Kriter makale sayısı, atıf sayısı ve h-index gibi metrikler oldu. Kimileri bunu suistimal etmek için sahte dergiler kurarak, konferanslar düzenleyerek makale sayısını arttırmaya gitti. Bu durumda kimi kurumlar SCI, SCIE gibi indekslerde yayınlanmış önemli dergileri dikkate alıyoruz demeye başladı. Böylelikle araştırma kalitesi yükselecekti. Bu hem akademisyenlerin yükselmesi, hem de doktora öğrencilerinin mezun olması için koşul haline geldi. Akademisyen koltuğunu koruyabilmek ve yükselebilmek için kaliteli çalışma yapmak zorundaydı. Öğrenci ise pişmeden mezun olamayacaktı artık. Kimi hocalar öğrencilerini makale kaynağı olarak görebilecekti ve mezuniyetlerini uzatacaktı.

Madalyonun bir de öteki yüzü var. Akademisyen ve öğrenciler artık dergilerin beğeneceği tarzdan çalışma yapmak zorunda kaldı. Hatta öyle sonuç elde etmeliyim ki çalışmam kabul olsun tarzında manipülatif yaklaşımlar bile türedi. Eskinin bilim insanıyla bugünün bilim insanını karşılaştıran şu karikatür her şeyi özetliyor sanki:

Doğayı anlamak vs Nature dergisine kabul edilmek

Öyle akademisyenler var ki, 30 yılını tek bir probleme adıyor ve uzun yıllar hipotezini kanıtlayamıyor. Ancak öyle bir an geliyor ki "Eureka!" diyerek hipotezini ispatlıyor, büyük bir icat ortaya koyuyor. Siz bu insana, "her yıl makale çıkaracaksın" derseniz bu tarz uzun soluklu ama büyük getirisi olan problemlerden uzaklaştırmış olabilirsiniz. Ara bulguların yayınlayabiliyorsa ne ala.

Öğrenciler açısından bakıldığında ise bir handikap oluşabiliyor. Amaç bilim yapmak mı, dergi makalesi çıkarmak mı, tez yazabilmek mi? Özünde hepsi aynı noktaya çıkıyor, öğrenciyi yetiştirmeye odaklı. Ancak hangisine öncelik vereceğiniz önemli. Eğer bilim yapayım, keşfetmeye öncelik vereyim derseniz bu gözlem/keşfetme süreciniz yıllar alabilir, makale çıkaramayabilirsiniz. Belki yıllar sonra bulduklarınızla tez yazarsınız ama süreçte makale çıkaramayabilirsiniz. Dergi makalesi çıkarayım derseniz dergilere kabul olacak tarzda çalışmalara yönelip özgür keşif ruhunu kaybedebilirsiniz. Ayrıca makale bazlı düşündüğünüzde bu makaleleri birbirine bağlayıp bir tez haline getirmek zorlaşabilir. Tez yazmaya odaklanırsanız, yazdığınız tezden çıkardığınız makaleler kabul olmazsa yıllar boyunca emek verdiğiniz teziniz mezun olmanıza yetmeyebilir. Tabi burada kötü ihtimalleri sıraladım. Öyle durumlar olabiliyor ki hem öğrenci özgürce keşfediyor, hem makale çıkarıyor, hem de bunları tez yapıyor. Lakin herkese nasip olmuyor olsa gerek.

Bir diğer gördüğüm şey, bazı akademisyenlerin zihninde "bu yaptığım işe yarar mı, birisi kullanır mı" düşüncesi ortadan kalkmış durumda. Tek amaç makale çıkarmak. Bu sebeple dünyadaki makalelerin çoğunun atıf sayısı 0. Her ne kadar politika alanında da olsa makalelerin çok az sayıda insan tarafından okunduğuna dair söylemler de var. Birçok derginin üyelik gerektiren kapalı-erişim sistemiyle yayınlandığını düşünürsek olabilirliği var. Yani herkesin işe yaramayacak, okunmayan makaleler yazdığı bir dünya düzeni var ve akademisyenler içine kapıldıkları bu sistemin ya farkında değiller ya da yapabileceğimiz pek bir şey yok diyorlar ve uyum sağlıyorlar. Bu açıdan araştırma konusunda tecrübesi olan üniversitelerle ürün çıkarma ve çözüm sunma tecrübesi olan şirketlerin işbirliği çok önemli. Bu işbirliği belki özgür keşfetme ruhunun olmasa bile en azından gerçek dünyada neye ihtiyaç olduğunu görüp ona göre araştırma yapılmasının ve araştırma sonuçlarının ürünleştirilmesinin önünü açacaktır.

Peki bu sisteme alternatif ne yapılabilir? Aklıma henüz pek bir şey gelmiyor. Aklıma gelen tek şey hapishane ikileminin bize öğrettiği sonuç. İnsanlar suistimale yatkın ve çıkarcı olduğu sürece tam adil ve özgür bir sistem kurmak mümkün değil gibi. Geçim derdi olmayanların yapabileceği şeyler var ancak. İstedikleri gibi özgürce araştırmalarını yapabilir, ara bulgularını etki faktörü (impack factor) ve indeks endişesi gütmeden açık erişimli (open access) dergilerde yayın yapabilir ve sosyal mecralarda çalışmalarının tanıtımını yapabilirler. Böylelikle çalışmalarının işe yaradığını görebilirler. Nitekim birçok değerli çalışma yeterince tanıtılmadığı, yanlış mecralarda yayınlandığı, ya da editörlerin çalışmanın değerini anlamayıp reddetmesi sonucu atıl kalıyor.

Benzer bir durum aslında özel sektörde var. Ekonomi düzeni ülkelerin büyüme yarışında olmasını gerektiriyor. Büyüme kısa vadede iç talep/tüketim ile sağlansa da bir zaman sonra orta gelir tuzağına saplanmak kaçınılmaz. Bu sebeple katma değeri olan, yüksek teknoloji üretim yapılması gerekiyor. Devlet son zamanlarda bunu görerek AR-GE teşviklerini arttırmış durumda. Şirketlerin AR-GE merkezi açmalarını, doktoralı personel çalıştırmalarını teşvik ederken projelerine fon desteği sağlıyor. Ancak ülkemizde henüz AR-GE kültürü oluşmuş değil. Şirketler katma değerli, işe yarayan, ülkemizin kalkınmasına katkıda bulunacak, istihdam sağlayacak yeni AR-GE projeleri yapalım demek yerine ticari kaygılarla hareket ediyorlar. AR-GE ise ikinci planda kalıyor, çoğu zaman kalitesiz yapılıyor. Bir vizyonun peşinde ilkesel hareket etmek yerine çıkarcı hareket ediliyor. Bunda vizyon sahibi AR-GE uzmanı kaynağımızın sınırlı olmasının ve maddi koşulların yetersiz olmasının etkisi olabilir.

Aslında tüm bu anlattıklarım ilkelerle çıkarların savaşı olarak nitelendirilebilir. İnsanoğlu ilkeleri çiğneyip çıkarlarının peşinde koştuğu sürece bu tür sorunlarla yüzleşmek kaçınılmaz.

Yazıda belirttiğim sorunları genellemek doğru olmayabilir belki, gördüğüm genel bir gidişatı anlattım. İlkelerinin peşinden giden bilim insanlarını tenzih ederim. Hala eksik kaldığını düşündüğüm, oturtamadığım noktalar var, katkılarınızı ve tecrübe paylaşımlarınızı bu yazıya yorum olarak beklerim.


Share: FacebookGoogle+Email


comments powered by Disqus