Category: Türkçe

Date:

http://www.youtube.com/watch?v=pzI7WEByfCw

UzungölGün: 3 Eylül 2007, Pazartesi

Bugün son günümüzdü. Uçağımız 21.45te kalkacağı için bizim de eşyalarımızı odadan çıkarmamız gerekiyordu. Sabahleyin apar topar valizleri hazırladık, ben Uzungöle gitme sevdasıyla önden çıkarak ödemeyi yaptım ve valizimi akşam almak üzere bir kenarda bıraktım. Yazıhaneye giden en kestirme yolu öğrenerek koşturmaya başladım. Beş dakika sonra ulaştığımda aklımda kalan 8.30 saatinin haftasonu için geçerli olduğunu, midibüsün 15 dakika önce kalktığını öğrendim ve mecburen 9.30 arabası [8 YTL]ile gitmek zorunda kaldım.

Midibüs şeklindeki araç oldukça güzeldi, bizim okulun servislerine benziyor. Tekrar dünkü istikamete, Ofa doğru yola çıktık. Oftan kısa bir süre sonra sağ tarafa(güney) döndük ve 45km kadar da o yoldan gittik.Yolun kimi kesimleri güzelken bazı kesimleri taş-toprak haldeydi. Yol genişletme çalışmaları vardı. Hükumet Karadenize iyi hizmet etmiş he! :) Güzel vadilerin yanından büyüleyici doğa manzaralarını izleyerek geçtik ve 2 saatin sonunda (Çaykara ve Dernekpazarı adlı kasabalara uğrayıp) saat 11.30da Uzungöle ulaştık. Ulaştığımızda aklımdan geçen şey şu oldu: "Bütün ateistleri buraya getirmek gerek! Göstersinler bakalım tüm bu güzellikler nasıl tesadüf eseri oluşurmuş!" Şöför merkezde beni indirdi ve dönüş bileti almamı istedi, ben de 13.45e aldım. Sonra ben inmenin rahatlığıyla oyalanırken şöför araca tekrar binmemi istedi, ben de "Herhalde ileride başka şeyler de var" diye bindim. İleride tesisler vardı. Muhtemelen alabalık tesisleri. Ancak ben oralara varmadan yolda indim. Hemen indiğim yerde bir fotoğrafçı vardı. Ben de bu güzel yerd bol bol video çekebilmek için fotoğraf makinemdeki 823MBlık veriyi 2 CDye yazdırdım[Aslında USB diske yazdıracaktım ama adamın çakışma var, çalıştıramıyorum demesi sebebiyle üstelemedim]. Sonra fotoğraf/video çeke çeke, gölün etrafını dolaşmaya başladım.

Kongre ekibi Uzungölde yapacak bir şey yok diye buraya gezi düzenlemedi. Onun yerine rafting yapıp, horon tepip paintball ve top oynayabildikleri Aydere götürdüler. Aslında doğru, Uzungölde böyle şeyler daha zor ancak benim gibi doğa aşığıysanız [böcekgiller hariç], burası kafanızı dinlemek ve huzur bulmak için harika bir yer ve bence Ayderden çok daha güzel.

Gölün etrafını dolaşarak merkeze doğru ilerlerken pillerim bitti ve biraz daha hızlı hareket ederek pil satın aldım. Sonra karnımın acıktığını hissederek bakkala sordum:

E: "Abi ne yenir burda?"
B: "Abi her şey yenir :)"
E: "Nasıl yani her şey?"
B: "Bulduğun yöresel yemeklerden yiyebilirsin."
E: "Nerede yiyebilirim?"
B: "Her yerde"
E: "E, peki sağol!"

Bu gırgır ve zamirlerle dolu iletişimden sonra her ne kadar canım meydanda süt mısır satan ufak kızlardan mısır almayı istese de [göl kenarında boy boy mısır tarlaları vardı] yöresel yemeklerden tatmak için mısırı sonraya bıraktım. Hemen yan tarafta bir restoran gördüm ve girdim içeriye. Yöresel yemek olarak mıhlama varmış. Bir de fırın sütlaç. Yanına bir de ayran istedim ben de. Yemekler oluncaya kadar da vaktin yetmeyeceğini hesaba katarak bileti 15.00a ertelettim. Mıhlama "kuymak"a oldukça benziyordu ancak farkını sorduğumda "kuymak"ın süt kaymağından yapıldığını ve çok yağlı olduğunu, mıhlamanın ise tel peynirden yapıldığını ve az yağlı olduğunu öğrendim. Ancak tadı "kuymak"a benzemekle birlikte daha hafif olduğu gerçek.

MıhlamaYöresel Sütlaç

Sonra, restorandakilere gezilebilecek yerleri sorduğumda tesisleri ve bir de gölü kuş bakışı görebileceğim tepeden bahsettiler. Önce göletlere gitmeye niyetlendim ama birkaç km gittikten sonra "Git git bilmiyor bu yol ya!" diyerek köprü ile gölü besleyen derenin karşısına geçtim. Buradan tepeye çıkmak için merkeze doğru geri yürüdüm. Yolda gördüğüm ilginç bir şey ise Coca Colanın bile bu doğadan nasibini alarak yeşermesi!

KöprüCocaCola bile yeşermiş bu doğal ortamda!

Tepeye çıkan taş yoldan tırmanırken açıkçası kan ter içinde kaldım. Oldukça dik bir yol. Yolda güzel manzaraları da izleyerek çıkabildiğim ve vaktimin yettiği ölçüde çıktım. Yoldan bazı görüntüler:

Piknik Yapılamaz! Çayırdır!Kuşbakışı

Tepeye çıkmasına çıktım da, vaktim kalmamıştı. Araca yetişebilmem için 20dk kalmıştı ve ben de daha fazla zorlamayarak geri döndüm. Ancak mısır yemeden buralardan gittiğim için de içimde bir burukluk kaldı açıkçası. Aracın kalkmasına bir süre kala yaşlı bir amca ile muhabbete başladık. Hani şu televizyonlarda Sır Kapısı vs. dizilerde aniden çıkıp ilginç şeyler söyleyip kaybolan yaşlı adamlar olur ya. Onun gibi, güleç yüzlü, yavaş konuşan birisiydi. En sonunda muhabbetin gidişatı uçakla dönüşüme geldi ve adamdan duyduğum, tüylerimi ürperten söz şu oldu:

"Allahın istediği olur oğlum, bakarsın uçak düşer. Belli mi olur..."

Zaten İstanbuldan kalkmadan önce de benzer şeyler olmuştu, bir de bu olunca tabi biraz tırstım. Neyse, gelen bir minibüstü ve biraz dolu da olsa 2 saati biraz geçerken Trabzona ulaştık. Ulaşınca bir Internet Kafeye uğradım, CDdekileri garanti olsun diye bir de USB diske aktarayım dedim. Uzungölde bulduğum kafede CD sürücü yoktu, burada ise olmasına rağmen çalışmıyor. Başka bir bilgisayarda yaklaşık 15!! dakikada kopyalama işlemi tamamlanıyor. Ona göre dikkat edin, burada teknoloji o kadar gelişmemiş galiba. :S Neyse, otelden çantamı alıp yurtlara ulaştım. Saat geç olduğu için kongre salonuna hiç uğramadım ve Remzi ile Kayserili Emrenin gelmesiyle bir dolmuş tutup hava alanına ulaştık.

Biraz erken geldiğimiz için bagaj işlemlerini yaptıktan sonra boş boş oturduk. Sonra bir baktık ki uçağa biniş denetiminde (öten kapılardan 2 tane olduğu için) uzuuun bir sıra var. İstanbulda öyle miydi be! Hemen geçtik sıraya. Baktık ki Compishconun yazarı Ali Murat bey de orda. Merhabalaştım ancak kargaşa ve yorgunluk sebebiyle devamını getiremedim. Uçağa bu sefer merdiven ile bindik. Ne güzel ya, her seferinde farklı bir şekilde :) Biletimde 10E yazıyordu. İlerledim ve 10. sıraya geldiğimde karşımda Remziyi gördüm!

  • Sen nerdesin?
  • 10D
  • Ben de yanındayım o zaman! :)

Orda koptuk zaten. Biz zannediyoruz ki ben pahalı aldığım için Business Class aldım. Ancak benim aldığım sadece Economy Classın kalan pahalılarındanmış. Oturduk ve fark ettik ki koltuk öbeği 2 kişilik. Sebebi ise hemen yanımızda "Acil Çıkış" kapısının olması. Tırstık! "Tabi gördü bagaj denetimindeki görevli bizim mühendis olduğumuzu, hemen verdin kapının yanına" deyiverdi Remzi.

Sonra, yanımıza bir hostes geldi. Ben hemen atladım:

E: Bu kapı nasıl açılıyor?
H: Biz kalkarken şu işareti Disarmeddan Armeda çeviriyoruz, bu haldeyken şu kolu çekip çevirdiğin zaman açılır.
E: Pekiiii, paraşütlerimiz nerde?

Herkes yarıldı gülmekten tabi :) Paraşüt, atlamak, düşmek gibi kelimeleri duyunca etraftan tuhaf tuhaf bakanlar da oldu tabi, noluyoruz? diye.

H: Bu kolu havadayken açmıyoruz tabi, sadece iniş yaptıktan sonra.
E: Hııı! (Tüh ulan havadayken açmak vardı)
H: Zaten isteseniz de basınçtan dolayı açamazsınız. Bu arada burada oturmakla kapıyı açıp tüm yolcular inene kadar burada bekleme sorumluluğu sizde.
E: Banane biz en önce atlar kaçarız.
Gülüşmeler... :)

Hostes diğer işleriyle ilgilenmek üzere gitti.

E: Remzi, şimdi bunlar her türlü pilli cihazı kullanmayın diyorlar ya. Saat piline de bir şey derler mi? :P
R: EmreeeeeeeeeeeeeeE!
E: Tamam canım, sadece sorim dedim. Lityum ya, yanar manar şimdi! :P

Zaten paranoyaklığım sebebiyle cep telefonumun bataryasını, mp3 çalarımın pilini vs ne var ne yok çıkardım. :) Her neyse, geçen seferki uçak Boeing idi ancak o sıralar bir arıza nedeniyle tüm (41 adet) Boeingler bakıma alınmış sanırım. Bu sebeple uçağımız Airbus idi. Bence daha ferahtı bu. Ancak nerede olduğumuzu gösteren ekranları yoktu. Onun yerine birkaç kere kaptan seslendi. Trabzon - Samsun - Ankara - Yalova- S.Gökçen yolunu izleyecektik.

Koltuklara sıkı sıkı bağlandık ve kalkışın başlamasıyla bu anın tadını yükselen adrenalin ve dopamin hormonlarımla çıkardım. Bu zevki çok sık alamayacağım ortada. Çok seviyorum bu duyguyu!!!

Havada aniden alçalıp yükselme durumlarında basınç farkı da ayrı bir keyif! Gözler fıldır fıldır, hormonlar tam gaz!

Biz muhabbete dalmışken 1.45 ‘lik yolculuk geçivermiş bile. 23.30da merdivenden indiğimde "İstanbulum beniiiiiiiim!" diye bir haykırdım[Tabi içimden, o kadar da deli değilim!]. Trabzona göre kuru havasını solumaktan oldukça memnundum. Uzun bir bekleyiş sonunda valizlerimizi aldık ve evlerimize ulaştık.

Eve geldiğimde anlatacağım bir sürü şey vardı. Yatağa uzandığımda gözümün önüne Karadenizin güzel manzaraları geliyordu. Gece ve ertesi gün öğle uykumda da onlardan kesitler gördüm yanlış hatırlamıyorsam. Ben Karadenizi çok sevmişim ya!


Share: FacebookGoogle+Email


comments powered by Disqus