Category: Türkçe

Date:

http://www.youtube.com/v/j3ly7cgYEOQ

Ayder DeresiGün: 2 Eylül 2007, Pazar

Saat 7de kalkıp aceleyle kahvaltı yaparak hazırlanıyor ve taksiyle okula, yurtların önüne varıyoruz. Milletin daha uyanmadığını görüp getirilen kolilerden birer Vodafone penye ve şapkası kapıyoruz. Öğrenciler geldikçe -yol üzerinde farklı yerlerde Paintball ve Rafting yapılacağı için- spora göre öğrenciler midibüslere ayrılıyor ve Karadeniz otoyoluna çıkıp Rizeye doğru ilerliyoruz. Derken bir bakıyoruz ki bizim şöför takometresinin yanlış hız gösterdiğinden dert yanıyor. Sonra aklına harika bir fikir geliyor ve diğer şöförlerden birisini arıyor: "Ula ... , benim takometre bozuk galiba ya, bi test edelim mi? Tamam!". Ben de diyorum, "Ya test için neden bu kadar acele ediyor? Başka bir zaman sanayide fln baktırır." Halbuki benim kafam ne basar pratikliğe! Bir bakıyoruz ki diğer şöförün midibüsü yanımıza gelmiş ve yan yana gidiyoruz. Biraz da hayal gücümü katarak size aktarıyorum aralarında geçen konuşmayı:

A: "Benimkisu 69, seninkisu kaç gösteriy da?"
B: "Benimki de 70″

A: "O zaman sorun yoktur da, ne biçim iştir bu", sonra bize doğru:

A: "Hiz yükseldukçe daha yanliş göstermeye başlıyor.", aynı bizim baskül gibi. Düşük ağırlıkta sorun yok, ağır birisi bindi mi 5 kilo az gösteriyor :)

Neyse, biz bu canlı fıkranın içinde kahkahalara boğulmuşken aradan zaman geçiyor ve Of ile Rizeyi de geçip sağa dönüyoruz. Kısa bir süre sonra da paintballcuların midibüsleri yol kenarında duruyor, raftingciler devam ediyor yola. Ben de arkadaşlarım paintball oynayacağı için burada iniyorum (Ben diz ağrım sebebiyle oynamıyorum). Sonra 6×2 tane 5er kişilik gruplar oluşturuyorlar ve 6 tur halinde paintball oynanıyor. Alan dar, engebeli bir koru. Hatta Remzi düşüp kolunu bile incitiyor burada. İnsanlar çok da memnun kalmıyor bu engebe sebebiyle. Her bir tur 15dkdan hesaplarsak en az 2 saat orada olacağımız için benim de canım sıkılmaya başlıyor. Ben de alanın hemen kenarındaki dereye ayaklarımı sokuyorum. Buzzzz gibi... Biraz serinledikten sonra hasta olmamak için bir ayağımı çıkarıyorum, çorabı ve ayakkabımı giyiyorum. Diğerini giymek için de davrandığım sırada destek aldığım taşın kaygan olması sebebiyle bir anda kendimi derenin buzzzz gibi suları içinde buluyorum. Hem de kıyafetlerim ve bir ayakkabıyla birlikte! Bir süre kendime gelmeye çalışıyorum, "Nasıl olur?!" diye. Sonra bir sesle irkiliyorum: "Hey! Çorabın gidiyooo". Bunun üzerine ayağımdaki ayakkabıyı kenara fırlatıyorum ve çorabın peşinden yüzüyorum! Bakıyorum ki akıntı çok hızlı ve ben yetişemeyeceğim, sırt üstü yatıyorum dere üzerinde, "battı balık yan gider, biraz da keyfini çıkarayım" diyerek. Sonra akıntının beni de sürüklediği gerçeğini fark edip kenara doğru yüzüyorum ve karaya çıkıyorum. Çıktığımda karşımda Vodafone kameramanını buluyorum. Beni çekiyor!

K: "Abi, noldu ya?"
E: "Hiiç, çok sıcaklamıştım, biraz serinleyeyim dedim, giriverdim :)"

Ve o sırada acı gerçekle yüzleşiyorum: "Yedek kıyafetim yok!" Neyse ki yağmurluğum ve eşofmanın giymediğim üstü ile Vodafone penyem imdadıma yetişiyor. Onları giyerek bir süre idare ediyorum. Sonra da eşofmanım kuruduğunda onu giyebiliyorum. Kurumayı bekleme esnasında ise raftingcilerin bir bir geldiklerini görüyorum. Gayet tehlikesiz gözüküyor.

Ayder Rafting

Asıl aklımı kemiren soru ise "madem ıslanacaktım, neden rafting yapmadım!" oluyor. Derenin akıntısı oldukça hızlı ancak su seviyesi 10 cm ile 2 m arasında değişiyor, bahar aylarında göre oldukça az. Dolayısıyla raftingden korkumun yersiz olduğunu anlıyorum.

Ayrıca kıyafetlerimin kurumasını beklerken gölgede oturmama rağmen tüm omzumu, ensemi ve kollarımı güneşte yakıyorum. Bir de Karadenizde güneş yok derler! Orada olduğumuz süre içinde yağmur görmediğimiz gibi güneşinden de yanıyoruz. Biz döndükten sonra ise fırtınalar çıkıyor. :)

Neyse, sonra raftingcilerin raftinge başladığı yere gidiyoruz. Buraya Fırtına deresi deniyor galiba. Derede akıntıya karşı yüzme, karşıdan karşıya ipe tutunarak geçme gibi etkinliklerde bulunuluyor. Bir yandan da karada Rizeli kameramanın önderliğinde horonlar tepiliyor.

Ayder Yemek Horon

Karınlar acıkınca da biraz daha yol giderek "Arde som Palet" isimli alabalık çiftliğine gidiyoruz. Vodafone standları karşılıyor bizi. Bu aralar reklamlarda gösterdikleri 85 YTLlik telefonu 60 YTLye satıyorlar nakit olarak. Ama Vodafone kullanan pek tanıdığım olmadığı için almıyorum. Yemek sonrası müzikler çalınmaya başlıyor ve bahçede horonlar başlıyor. Horon horon horon, hiç yorulmaz mı bunlar ya? Bizim kameraman kendinden geçiyor yine :) He, unutmadan, fotoğraftaki çantalı arkadaş da bir Alman. Ona bile horon teptirmişler!

AyderAyder 2

Ayder Yayla Voleybol

Sonra gün batımına 2 saat kala tekrar yola çıkıyoruz ve Ayder Yaylasına ulaşıyoruz. Harika bir yer! Her taraf yemyeşil: çimen ve orman. Hemen çimenlerle kaplı tepeye çıkıyoruz ve biraz gezmenin ardından voleybol oynamaya başlıyoruz. Vodafone da yine bizimle birlikte: konser sistemlerini kurmuş ve müzik yayını yapıyor. Millet de hemen başlıyor tabi horona. Bir süre sonra halkın "düğün olduğunu" zannedip bizim arkadaşlarla birlikte horon tepmeye başladığını ve halkadaki kişilerin 100ü geçtiğini görüyoruz. Bunların dışında bol bol fotoğraf ve video çekmekle de ilgileniyorum. Güneş battığı için pek aydınlık sonuçlar alamadım ama idare ediverin.

 

Hava kararmasına yakın bir vakitte yayladan aşağıya doğru inmeye başlıyorum ve inerken yolda Fatihi görüyorum:

F: "Nereye böyle?"
E: "Aşağıları gezecem, gezcek yer var mı?"
F: "Var da 19.15te toplantı yapacağız."
E: "Tamam, 19.15, 19.20 gibi orada olurum."

Aşağıya iniyorum ve çok da farklı bir şeyin olmadığını görüyorum. Sadece camisinin mimarisi ilgimi çekiyor. Külliye gibi bir bölümü var, ufak ufak birçok üçgen prizma şeklinde kubbeye sahip. Saat 19.20 civarında tekrar yukarı çıkmaya başlıyorum ve o sırada Remzi arıyor beni:

R: "Emre, neredesin? Otobüslere bindik, kalkıyoruz!"
E: "Nee? Hani toplantı vardı? Neredesiniz?"
R: "Aşağıdayız, girişin orada büfeler var. Orada otobüsler var."
E: "Aşağıda mı? Hadi ya, ben de yukarı çıkmıştım! Tamam geliyorum."

 

Sonra bin bir zorlukla çıktığım yolu tekrar iniyorum ve midibüsleri aramaya koyuluyorum, ama bulamıyorum. Meğersem onların kastettiği "aşağı" çoook daha yukarıdaymış. Dolayısıyla ben de ters yöne gidiyormuşum. Neyse, daha sonra başkaları arıyor, "Biz gidiyoz" diye. Sonra tekrar Remziyi arıyorum:

E: "Remzi ben baya bir aşağıya indim, artık ışıklar görülmüyor ya, her taraf karanlık!"
R: "Hadi ya! Nerdesin? Burada Yeşil Vadi otel var."

Hemen yanımdaki kahveye soruyorum, neresi diye Kahveci: "100m yukarıda"

E: "O otelin 100m aşağısındayım"
R: "Haaaa! Tamam geliyoruz."

 

Sonra bizim midibüs geliyor. Arka kapıdan biniyorum ve büyük bir alkış kopuyor! Sanırım biraz protesto felan etmeye, biraz da "Nasıl becerdin o kadar aşağıya inmeyi" demeye çalışıyorlar! Eee, böyle organizasyona böyle de kapak olur. Sen toplantı var de, sonra yapma. Sonra da millet alkışlasın! Ben de anladım durumu, ezilir miyim; pişkinliğe verdim işi: "Sağolun, sağolun hiç gerek yok alkışa!"

 

İki saat sonra benzinlikte mola verdiğimizde

Görevli: "Arkadaşlar, 5 dakika mola veriyoruz."
Emre: "45 dakika olmasın o?"
Görevli: "Senin sayende olacak gibi" (gülüşmeler)
Görevli: "Arkadaşlar, Emreyi çıkartmıyoruz"
Emre: "Hmm şu karanlıklarda ne var acaba?!"
Görevli: "Dur, sakın!"

Mola bitişinde otobüse ilk ben biniyorum. Çıkmadan önce yine aynı arkadaş:

Görevli: "Emre burda mı? Hah, tamam! Devam edebiliriz." :)

Sanırım günün adamı ben oldum! Eee, güzel bir uykuyu da hak etmişimdir şimdi...

 


Share: FacebookGoogle+Email


comments powered by Disqus