Category: Türkçe

Date:

3 Ocak 2009, Cumartesi
17.30 suları

Merhaba, yurda giriş yapmak istiyorum, diyorum. Masadaki kız kimliğimi istiyor. Nüfus cüzdanımı veriyorum. Soyadımdaki ğ harfini tanıyamıyor. Ge diyorum. Biz ona yumuşak g diyoruz. G olarak alabilirsin. Zarf kutusundan bana ait olan zarfı çıkarıyor. Bir form imzalatıp anahtarlarımı veriyor. Üç anahtar var. Kat, suit ve oda anahtarları. Leeds yurdu 612B. Ayrıca bir de posta kutumun numarasını ve anahtarını veriyor. Odama nasıl gidebileceğimi soruyorum. Tarif ediyor kız. Pek anladığım söylenemez. En yakın kapıya ulaştığımda ise tarifi çoktan unutmuş durumdayım. Kapının yanında telefonlar var. Başında da bir kız. Ona soruyorum Leeds nerede diye. Şaşırıyor. Elini ve kafasını şaşkın şaşkın sallıyor, bilmiyorum manasında. Bu da yabancı olsa gerek benim gibi. Sonra biri geliyor. Ona soruyorum. Gel göstereyim, diyor. O da o tarafa gidiyormuş. Tünele doğru yöneliyoruz. Okulun hemen tüm binaları yer altı tünelleri vasıtasıyla birbirine bağlı. Eşyalarımı taşımaya yardımcı oluyor sağolsun. Hatta fazlasını o taşıyor. El değiştirecekken valizin birini iki sapından tutarak ortaklaşa taşıyoruz. Uluslararası İlişkiler yüksek öğrencisiymiş. Havanın soğukluğundan, nereli olduğumdan felan konuşuyoruz. Sonra beni Leeds asansöründe bırakıyor ve el sıkışıyoruz. İyi çocuk gibi. Asansöre biniyorum. İçeride bir eleman daha var. Kaçıncı kata diyor, 6 diyorum. Adı Jeff imiş. Social Work denen bir bölümde okuyormuş. Akıl sağlığı vs. konularda. Türkiyeliyim deyince tepki aynı. “Ooo Türkiye!”. Burası yüksek lisansların kaldığı kat, biliyor musun? Diyor. Evet, ama ben son sınıfım diyorum. O zaman normalmiş. Asansörden inince iki koridor görüyorum. Sağdaki koridorda kızlar kalıyormuş. O yüzden soldaki koridora yönelmemi öneriyor. O sırada odamın numarasını unutuyorum. Çantamdan zarfı çıkarıp bakıyor ve odaya kadar eşyaları parça parça taşıyorum. Bir çekik gözlü arkadaş görüyorum. Adı Gary. Hoş geldin, yenisin galiba? Diyor. Kendimi bisküvi reklamında gibi mi hissetmem lazım şimdi? Gayet güleryüzlü birisi. Jeffte ise biraz daha iğneleyici bir bakış seziyorum. Ama art niyet olmasa gerek. Kapıya geliyorum. Kapıda kız isimleri var. Geçen dönemden kalma sanırım. Giriyorum içeriye ve odanın 2 kişilik olduğunu görüyorum. Harika! 2 adet özel oda. Sağdaki oda benim. Sırılsıklam terlemişim eşyaları taşımaktan. Hemen telefonu bulup ailemi arıyorum ki kontürüm bitiyor. Umarım endişelenmemişlerdir. Çok yorgunum. Hemen bir dezenfekte işlemine girişiyorum. Masayı ve yatağı. Nevresimleri çıkarıp yatağa geçirmeye çalışıyorum. Ancak başarısızlıkla sonuçlanıyor. Neden ya? Bir tarafı takınca öbür taraf çıkıyor (yatak kraliçe boymuş, ben ise twin (ikiz) boy aldım be akıllım, küçük geliyor işte!). Dolabı da temizliyor ve eşyalarımı kabaca yerleştiriyorum. Dolap dediğim de kitaplık gibi bir şey. 4 rafı var. Sonra bir duş alıyorum. Duşun perdesi pek bir uzun. Yerlerde sürünüyor. Taşmasın diye sanırım. Duş kolu ise tuhaf. Soğuk suyu az açabiliyorken sıcak/ılık su için miktar ayarı yok. Sağ soğuk, sol sıcak. Çok su akıyor. Pijamaları giyiyor, biraz daha nevresimle boğuşuyorum. İdare ediyor. Kaçtı kaçacak lastiği. Neyse, dayanamıyor yatıyorum. İçerisi soğuyor. Termostatı hatırlıyorum. Giderek 25*Cye ayarlayıp açıyorum. Soğuk üflüyor başlarda. Yorganı da çıkarıp üzerime örtüyorum. Böyle iyi gibi. Klimamsı ısıtıcı sanki tozlu hava üflüyor. Kattan bir “gıcır gıcır” bozuk yay sesleri geliyor. Buna rağmen saat 19.00 ve zzzz.

4 Ocak 2009, Pazar

Saat 01.00de uyanıyorum. Tekrar yatıyor, 4 gibi uyanıyorum. Türkiye saatine paralel mi gidiyorum ne? Bir şeyler atıştırıyorum( fıstık vs.). Kahvaltı 9.30da başlıyormuş haftasonları. Pff... Neyse, ben de günlüğe bir şeyler karalıyorum ve bir bakıyorum saat 6.51 olmuş. Şimdi alınacaklar listesini hazırlayayım. Uzun bir liste çıkıyor. Hava aydınlanıyor. Camdan baktığımda karlı yollarda köpeğiyle dolaşan insanlar görüyorum. Bir koru manzaram var. Masama oturuyorum. Çok soğuk geliyor camdan. Giyiniyorum. Gömlek, süveter. Niyetim kahvaltı yapabilmek. Asansörle 1. kata iniyorum. 0. kat kavramı yok buralarda pek. Tünele doğru yöneliyorum. Nereden gelmiştik biz dün akşam ya? Tünel çok soğuk. Üşüyorum baya. Residence Commonsu (resepsiyonun bulunduğu bina) gösteren okları takip ediyorum. Tünellerin duvarları resimlerle kaplı. Hepsi öğrencilerin elinden çıkmış. Neyse, binaya geliyorum. Arıyor ancak resepsiyonu bulamıyorum. Zenci bir amcaya soruyorum, nerede kahvaltı yapabilirim diye. 3. katta olabilir diyor. Çıkıyorum. Yemekhanenin mutfağı gibi bir yer geliyor karşıma. Ben de heyyt deyip University Centrea (üniversite merkezi) yöneliyorum. Yol uzun, hava çetin. UCye nereden girildiğini bulamıyorum ve 2 girişini de pas geçiyorum. Sonra haritadan buluyor ve içeriye giriyorum. Kimsecikler yok. Her yer kapalı. Dolaşıyor ama pek bir şey bulamıyorum. Az daha kaybolacağım! Aha, o da ne? Bir sincapla göz göze geliyorum. Bakışıyoruz bir süre. Şeker şey... Gerisin geri gidiyor ve R.C.ye geri dönüyorum. Birisine Residence Deski (resepsiyon) soruyorum. Meğersem 2. kattaymış. Onlara sorduğumda yanlış merdivenlerden çıktığımı öğreniyorum. İşte yemekhane! İçeri giriyor, $20 uzatıyorum. $6.5 alıyor. Yeni olduğum için neler var burada anlatır mısın? Diye sorduğumda kadın anlamadığım tonla yemek ismi sayıyor. Menü sık sık değişiyormuş (palavra!). Sonra yemek planım olduğu için para ödememe gerek olmadığını fark ediyor ama artık parayı almış durumda. Bir dahaki sefere yurt odamı belirten zarfı getirmem yeterli. Açık büfeymiş. Ancak dışarıya sadece bir adet meyve götürülmesine izin veriyorlarmış. İçeriye girip bakınıyorum. Portakal, elma, muz, İsviçre peyniri, yeşil soğan, yumurta, Fransız tostu, kızartma şeyler var tanıyabildiğim. Kendimi pek iyi hissetmediğim için meyve alıyorum. Üstüne de bir bardak kivi suyu. Pek bir utangacım. Acaba “kahvaltıda da meyve yenir mi?” diye tuhaf tuhaf bakıyorlar mı? Neyse, etrafa bakınmadan yiyorum. Sonra tabağımı bulaşıklar kısmına bırakıyorum. Tekrar R.D.ye dönüp Uluslar arası arama nasıl yaparım diye soruyorum.Yarın açılacak olan marketten alabileceğimi, onun dışında bilgisayar kiosklarını kullanabileceğimi söylüyor. Kardeşime telefon numaramı gönderiyorum. Bana e-posta göndermiş. Telefon kesildi, duyamadık diye. Çok büyük bir endişe yok iyi ki. Sonrasında odama dönüyorum. Karnım ağrıyor. Ne yapsam bilmem ki. Pakistanlı komşuyu da aramak lazım ama ne zaman... Camdan koruluğa baktığımda kara bir sincap görüyorum ağaçtan ağaca zıplayan.

.
Kimden Ottawada Zaman

Hasanı arıyorum, yok. Tam kapatıyorum telefonu, ailem arıyor. Onlarla konuşurken oda arkadaşım geliyor. Adı Irfaanmış. Hint kökenli bir Kanadalı. Eski oda arkadaşı da Türkmüş. Tesadüfe bak! Odayı inceliyor, sonra eşyalarını getiriyorlar. Babası pek bir bilgili gibi. Isıtıcımın tellerinin yönlendirilebileceğini öğreniyorum. Biraz aşağıya yönlendiriyorum ki sıcak hava odayı ısıtarak yukarıya çıksın. Şimdi çalışma masam sıcacık oldu. Camdan gelen soğuk pek etkilemiyor gibi. Katımızda bir TV odası, içinde TV, uydu alıcısı, DVD çalar, bilgisayar, yazıcı, mikrodalga fırın, monopoly tarzı oyunlar, koltuk, masa gibi şeyler mevcut.

.
Kimden Ottawada Zaman

Penceresinden bir kızak merkezi görüyorum. İnsanlar bir tepeden aşağı kayıyorlar. Irfaan ailesiyle geri geliyor. Eşyalarını getiriyorlar. Alışverişe gidecekler. Bir şey isteyip istemediğimi soruyorlar. Peynir, ekmek ve meyve suyu istiyorum. Getiriyorlar birkaç saat sonra. Tekrar çıkıyorlar. Ben de uzanıyorum biraz. Uyuyacakken Irfaan geliyor. Kapım kapalı olduğu için yokum sanıyor galiba. Telefonla konuşuyor yüksek sesle. Sabrediyorum ve bir süre sonra uyuyorum. Telefon sesiyle uyanıyorum. Arayan Hasan. Gelmiş. Misafiri varmış, yarın görüşürüz diyerek kapatıyor telefonu. Sonra Irfaan çıkıp nişanlısını getiriyor. Baya bir gürültü yapıyorlar. Nereden çıktı şimdi bu? Akşam yemeğini de kaçırmışım he. Camdan bakıyorum. Koruluğun arkasındaki alanda buz pateni yapıyorlar. Sanırım orası şu bahsedilen meşhur kanal, dünyanın en uzun (8 km) doğal buz pateni.

.
Kimden Ottawada Zaman


Share: FacebookGoogle+Email


comments powered by Disqus