Category: Türkçe

Date:

3 Ocak 2009 Cumartesi, 04.30

Sabahın köründe tak diye uyanıyorum. Kuru havanın etkisi olsa gerek. Burnum kurumuş. Televizyonu açıyorum. Havanın saat 10-11 gibi en yüksek sıcaklığa (~ -10) ulaşacağını gösteriyor. Bir şeyler atıştırıp duşa giriyorum. Suyu açarken ihtiyatlı olmaya çalıştığımda kulağımda bize telkin edilen “Ülkenin sularını bitirme” cümlesini hatırlıyorum. Başka bir ülkenin suyunu kullanıyorum ama yine de tasarruflu olmak lazım. Ne de olsa, aynı zamanda bir dünya vatandaşıyız. Ne kıyafet giysem diye düşünüyorum. Sabah 8-9 oluyor. Komşuyu bu saatte aramak olmaz. Kendim Rideau Centera gidip bir şeyler almam gerek. Plan yapamıyorum. Çok fazla değişken var. Birkaç madde yazıyorum yapılacaklar listesine. Sonra kahvaltı menüsüne bakıp kahvaltıya iniyorum. Omlet(Kaşar peynir, domates, soğan) + Kızarmış patates istiyorum. Yanında portakal suyu ve “cruisie” ekmeği alıyorum kalkıp. Yağlı bir ekmek oluyor kendileri. Yemek geliyor. Fena değil ama lezzetli olduğunu söyleyemeyeceğim. Soğanlar dilim dilim gelmiş. 3-4 dilim yeyip 5-6 dilimini yiyemedim. Tansiyon çıkar sonra. Patatesleri unuttular ama boş ver. Yoksa yuvarlak soğan gibi görünen şey patates mi? O halde soğan nerede? Odaya çıkıp eşyaları toparlıyor, ödemeyi alış verişten dönünce yapacağımı söyleyerek dışarıya çıkıyorum. Altıma içlik, pijama, pantolon; üstüme atlet, içlik, gömlek, kazak, mont giyerek! Tabi atkı, şapka, eldiven gibi aksesuarları saymıyorum bile. Otelden çıkana kadar baya bir terliyorum. Çıktığımda ise atkının terlettiği yüzüm soğuktan üşüyor. Rideau Centera doğru yürümeye başlıyorum. Otelden çıkıp sağa dönüp dümdüz gitmem yeterliymiş. Cadde sağlı sollu yüksek binalarla dolu. Fark ettiğim bir husus ise burada caddeler tek yönlü. Doğuya doğru ilerledikçe çeşitli mağazalar görünmeye başlıyor. Kodak fotoğrafçı, Çin restoranı, Starbucks, bankalar, devlet binaları, fırın,... Sokaklar çok tenha. Benden başka insan olmadığını düşünürken birilerini daha görüyorum. Benim kadar abartılı giyinmemişler. Arabalar kırmızı ışıklarda ortalıkta kimse olmasa bile duruyorlar. Yayalar da genelde öyle ama kuralı bozanlar da oluyor. Ben de duruyorum tabi. Işıklarda durmaktan nedense zevk alıyorum. İnsana ve kurallara saygı duymak böyle bir şey işte! :P Bu arada her yer bomboş. Sokakların tenhalığına bakınca ne biçim başkent merkezi diyor insan. Arabalar da tek tük. Terk edilmiş şehir havası var. Albert sokağının sonuna geldiğimde bir meydan çıkıyor karşıma. Baya genişçene. Yaşlı ama dinç, uzun boylu bir adam görüyor ve soruyorum Rideau Center nerede diye. Dümdüz git diyor, ara sokak gibi görünen bir yolu göstererek. Adamın gösterdiği yoldan dümdüz gidiyorum. Rideau kanalının üzerinden (köprüden) geçiyorum. Kanal karla kaplı.

Rideau Kanalı

Rideau Kanalı

Bacaklarım uyuşmaya, iğneler batmaya başlıyor. “Aha, kan donuyor galiba” diyerek atlayıp zıplamaya başlıyorum. Zıp zıp zıp... Hava -28*C hissediliyormuş. Alelacele ilerliyorum. Biraz daha gidince girişinin neresi olduğu bile anlaşılmayan Rideau Center karşıma çıkıyor. Gayet mütevazi. Süs püs yok. İçeriye giriyorum. Güvenlik de yok! Sırılsıklam terlediğimi fark ediyorum. Üst giyimini abarttım galiba. Tuvaleti arıyorum ama baya bir uzakta. Sırt çantası, el çantası ve onca kıyafeti tek elde tutarak en içteki 3 giysimi çıkarıyorum. Cidden çok abartmışım olayı. Bacaklar ise donmuş durumda. Kazak+Montla alışveriş merkezinde dolaşmaya başlıyorum. Resepsiyondaki kızın siyırs dediği Searsı görüyorum. Carrefourun gıdasız hali gibi bir şey. Alacağım şeylerin yukarıda olduğunu görüp yürüyen merdivenlerle yukarıya çıkıyorum. Yastık ve nevresim alıp yorgan için görevli kızdan yardım istiyorum. Çünkü İngilizce isimlerini bilmiyorum ürünlerin. Yorgan çeşitlerini gösteriyor. Orta kalınlıkta bir tane alıyorum. Raflarda double ve queen boy var. Ben twin olanını istiyorum, kız getiriyor. Ödemeyi o katta yapıyorum. Kredi kartımı bilgisayar klavyesinin üstündeki oluktan geçiriyor. Sıradan POS cihazı yok yani. Ayrıca PIN&CHIP; olayı da yok görünüşe göre. Yaklaşık $100 tutuyor ve poşetlere koyuyor aldıklarımı. Bir poşet taştığı için yapay bir sap yapıyor benim için. Elektronik bölümüne bakıyorum. 59-69 dolara normal traş makineleri var Philips marka. Biraz daha dolaşıp çıkıyorum mağazadan. Bir adam otobüs bileti alabilmesi için bozuk para var mı diye soruyor. No, deyince No? Diye bakıyor, umutsuz bir şekilde OK! Deyip devam ediyor. Otobüsler grevde, neyin parasını istiyor ki? Merkezden çıkmam gerekiyor artık. Saat 12ye yaklaştı. Taksi mi tutsam, yürüyerek mi dönsem otele diye kararsız kalıyorum. İçimde yeterince giysi yok çünkü: kazak+mont. Bir deneyeyim çıkmayı, üşürsem taksi tutarım diyorum.

.

Çıktığımda güneş parıldıyor. Yürümeye karar veriyorum. Hem fotoğraf çekmek lazım daha. Rideau Center ve kanalın fotoğraflarını çekiyorum. Meydana geldiğimde gelirken gördüğüm şatomsu binaları görüyorum tekrar. O yöne doğru ilerliyorum. Parlamento binası ve birkaç anıt var. Fotoğraflarını çekip Queen Street denen caddeye dalıyorum. Bizim İstiklal Caddesine benziyor. Aslında Aksaray-Topkapı civarlarındaki tarihi bir sokağı andırıyor nedense. Yaya trafiğine açık. Sağlı sollu mağazalar var. Sokak başında Irish Pubu görüyorum. Eğlenceli müzikler geliyor. MC Donalds ve çeşitli restoranlar var. Karşımdan Fransıza benzeyen bir kadın geliyor, bir şeyler mırıldanıyor sanki. Sonrasında bana hitap ettiğini anlıyorum. Bozuk paran var mı diye soruyor. Hayır diyorum, devam ediyor. Rüzgar şiddetli esmeye başlıyor. Windchill denen rüzgar etkisi bu olsa gerek. -10luk bir havayı -20 hissettiriyor. Belimdeki açıklıklardan rüzgar giriyor ve üşütüyor beni. Sonra Albert Streete dönüyorum tekrar. Bir alt sokağı. Otele geldiğimde saatin 12 olduğunu görüyorum. Hemen içeri girip üstümü değiştiriyorum. Baştan aşağı terlemişim. Üstüne göğsüm üşümüş. Toparlanıyor ve eşyaları ofise taşıyor, ödemeyi yapıyorum. Anahtarı almayı unutuyorlar. Biraz bilgisayarda takılıyorum. Sonrasında gazeteleri karıştırıyorum. Aklımdan türlü türlü şeyler geçiyor. Almanyada o soğuk havada dondurma yiyen insanlar aklıma geliyor. Sonra, yabancı bir ülkede Türkçe konuşma ihtiyacı duyduğumu, İngilizce konuşmakta zorluk çekince insanlarla konuşmaktan çekindiğimi fark ediyorum. Günlüğe bir şeyler yazarken saat 4.30 oluyor. Mutfaktaki kızlara taksi çağırmam gerektiğini söylüyorum. O gün ilk defa gördüğüm, Fransız görünümlü kız telefonla taksiyi arıyor ve eşyalarım ofiste olduğu için ofisin kapısını açıyor. Giyinip eşyalarımı toparlıyor ve taksinin gelmesini bekliyorum. Taksiye cap diyorlar. Gelmesi 15-20 dakikayı buluyor. Sarışın kız da demişti zaten, gelmesi zaman alabilir diye. Taksi durağı sistemi yok gördüğüm kadarıyla. Hepsi tek bir merkezden geliyor. Trafik, kar, mesafe derken uzun sürüyor gelmesi. Taksinin geldiğini görünce aşağıya “Her şey için teşekkürler, hoşçakalın” diye sesleniyor ve eşyaları kapıya taşıyorum. Şoförün kafasında sarık gibi bir şey var. Hint galiba. Arabaya biniyorum:

“Yes, sir!”
“Carleton Üniversitesine gidebilir miyiz?”
“Tabii ki, bildiğiniz özel bir kısmı varmı?”
“Evet, yurtlar.”
“Tamamdır.”

O sırada yanlışlıkla camı açıyorum kolumla. Adam uyarıyor. “Sorun yok, sadece haber vereyim dedim, dışarısı malum soğuk” diye alttan alan bir cevap veriyor :) Hafif eğimli yollar. Hoş oluyor zıplaya zıplaya gitmesi. Midtown Madness oyununda gibi hissediyorum kendimi. Sonunda geliyor ve eşyaları arabadan indiriyoruz. $10 tutuyor. Birileri çıkıyor binadan. Sorsam mı, giriş nereden diye tereddüt ediyorum. Baya bir geçtikten sonra arkalarından seslensem de duymuyorlar. İki kapı var. Biri giriş seviyesinde, diğerine ise merdivenlerle çıkılıyor. Üzerimde 40-50 kilo yük var, o yüzden eşyalarımı parça parça taşıyorum. O sırada iri yarı bir kız geliyor. Ona soruyorum. Ben de buradan girip asansörle çıkacağım diyor. Kapıda engelliler için kapı açan bir tuş var. Kız ona basıyor. Kapı otomatik açılıyor. Birbirimize yardım ederek içeri giriyor, üst kata çıkıyoruz. Yurt Masasına (resepsiyon gibi) ilerliyorum. Yurt macerası başlıyor gibi...

(Şimdiye kadar çektiğim fotoğraflara buradan ulaşabilirsiniz)


Share: FacebookGoogle+Email


comments powered by Disqus