Category: Türkçe

Date:

1 Ocak 2009, Perşembe akşam saatleri

Zenci genç eşyaları yerleştirdikten sonra koltuğuna geçiyor. Yanımda Çinli bir kadın var. 2. sıradaki koltuktayım. Radyo açık: 100.3 Mhz. Güzel bir şarkı çalıyor. Popüler şarkılardan değil sanırsam. Kanada pop müziği belki de. Ya da ben pek müzik dinlemediğim için öyle geliyor. Araç hareket ediyor. Gidişi çok hoş. Yolda akıp gidiyor resmen. Belli ki şoför de arabayı sürmekten zevk alıyor. Otomatik vites gibi. Yol kenarlarında karlar var. Yığılmış hepsi. Ancak çok değil. Erimiş olsa gerek. Şoför çok hızlı kullanıyor arabayı. Hiç mi korkmuyor bu karlı yollardan ne? Gerçi yollar açık, karlar kenardaydı, değil mi? Aha! Kırmızı ışıkta geçti. Takip mesafesine uymaya çalışıyor. Ancak yine de arabayı kurallara uygun kullandığını söyleyemiyorum. Tabelalar İngilizce ve renkleri değişik. Yabancı bir ülkede olduğumu hatırlıyorum. Buz tutan Rideau kanalını görüyorum. Üzerinde paten yapanlar var. Yollar ise kuru. Sonra Colonel Drivea sapıyoruz. Okulum da bu civardaydı sanki ama göremiyorum. Şehir merkezine (downtown) iniyoruz. Önce Hotel Indigoda (tek yön olan yolun solunda) duruyoruz. Şoför “indigooooooooooo” diye sesleniyor. Arkamdaki koltuktan bir adam iniyor. Şoför sürgülü kapıyı açıyor, kendisi de (sol tarafta kar yığınları olduğu için) ön sağ kapıdan iniyor. Kapıyı açınca buz gibi hava çarpıyor yüzüme. Homurdanmalar başlıyor içeride. Kapıya en yakın ben olduğum için kapatmayı deniyorum. Tuşunu görmeyip düz çekmeye çalıştığım için bileğimi burkuyorum. Tuşuna basarak kapatmayı denediğimde kapanıyor. Rahatlıyoruz. Olan bileğime oluyor. Şoför eşyaları indirdikten sonra kapıyı tekrar açıp kapatıyor emin olmak için. İlerliyoruz. Bir kişi daha başka bir otelde iniyor. Şimdi yüksek güzel binalardan örnekler çıkıyor karşımıza, siyah cam binalar. Amerikan sokaklarına benziyor. Sanki Wall Streeti göreceğim birazdan. Mimariler de benziyor. Sonra ben iniyorum. Bagajları indiriyor. Atkım düşüyor birini tutarken. Adam da ufak valizi elinde tutuyor, yere koymamak için, sağolsun. Zar zor merdivenlere gidiyorum. Pek otele benzemiyor ya... Daha çok pansiyon gibi bir yer sanki. Amerikan evi tarzında.

Albert House Inn

Albert House Inn

İçeriden bir kız beni görüyor ve kapıya geliyor.

“Buraya mı geldiniz? Oda mı bakıyorsunuz?”
“Evet, yeriniz var mı? Yarım saat önce aramıştım sizi.”
“Evet var, buyrun.”

İçeriye taşıyorum valizleri. Sapı ve tekeri hasarlı olduğu için zor oluyor taşımak. Kayıt masasına gidiyorum. Bir gece kalacağım ancak 2-3 gece de olabilir diyorum. Sanırsam $108 diyor. Kredi kartı numaramı istiyor forma yazmak üzere. Ben de limiti düşük olan kartımı yazdırıyor, “Ödemeyi yine bu karttan mı yapacaksınız?” diye sorması üzerine ilk ödemeyi oradan yapıyorum. Çekiyor. Slipte $118 PRE-AUTH yazıyor. İmzalıyorum. PIN-CHIP olayı yok buralarda. “Bagaj yardımı / içecek ister misiniz?” diyor. Seçeneklerden limonata istiyorum. Kimlik bilgilerini girmesi için ehliyetimi veriyorum. Ehliyetin verildiği yer kısmını göstererek, aynı adres mi? Diye soruyor. Evet diyorum. Halbuki orada sadece ilçesi yazıyor! O da artık değişti. Neyse, içeriye giriyorum. 201 nolu odadayım. Giriş katı.

Albert House Inn Room 201

Albert House Inn Room 201

Ellerimin uçağın sabunu sebebiyle kanadığını fark ediyorum. Yara bere içindeler. Girer girmez üstümü atıp ellerimi, yüzümü yıkamak istiyorum. Musluğu çeviriyorum ancak su akmıyor. Duş da keza. Şok içerisinde gidip suyun akmadığını söylüyorum. Meğersem çekmek gerekiyormuş! Nelerle karşılaşacağım daha... Ha, oda ufacık bir yer. Ama sıcacık. Onca soğuktan sonra iyi geliyor. Çiftli yatak var. Üzerinde tonla yastık. TVsi var. Duş+lavabo ile tuvalet farklı odacıklarda. Ufacık hepsi de. Ufak da bir masa var. Yatağın baş ucunda ise ilerleyen zamanlarda kenara indirdiğim bir domuzcuk resmi. Alarmlı radyo, yerel aramalara açık bir telefon, gar dolap mevcut. Biraz poğaça ve Duplo çikolata atıştırıp uzanıyorum. Yerden yukarı klimamsı bir şeyden hava üflüyor, camın kenarında. Ama çok hafif, rahatsız etmiyor. O kadar sıcak ki içerisi atletle yatıyorum. Öyle yorgunum ki, ışık açıkken uyuyakalıyorum.

2 Ocak 2009, Cuma

Saat 1 ve 5.30da uyanıyorum. Hala Türkiye saatiyle hareket ediyorum anlaşılan. Sabah 8 gibi günlüğü yazmayı bırakıp duş alıyorum. Havalandırması yok duşun. Kapıyı açıyorum ki boğulmayayım buhardan. Evi arıyorum telefon kartıyla. 1 dakika kalmış ancak cevap alamıyorum. En iyisi kahvaltıya ineyim, sonra lobideki bilgisayardan Remziye e-posta atarım buranın telefonunu. O da söyler bizimkilere. Bu arada tane tane kar yağıyor. Azar azar, ince bir kar. Yerlerde eskiden kalan karlar sıkışarak donmuş sanki. Penceremden bir çıkmaz sokak ve arabalar görünüyor. Birkaç evin arka bahçesi var çitlerle çevrili. Toparlanıp alt kattaki kahvaltı salonuna iniyorum. Meraklı bakışlarla etrafı süzdüğümde 4-5 tane 4 kişilik, 1-2 tane de 2 kişilik masa olduğunu görüyorum. Bir dörtlük, bir de 2lik dolu. Bir mutfak kısmı var, içinde de 2 kadın. İki kişilik masadaki yaşlı kadın Günaydın! Diyor, ben de karşılık vererek mutfağa doğru ilerliyorum. “Nasıl kahvaltı alabiliyoruz?” diye sorduğumda “Siz oturun, biz getiriyoruz” cevabını alıyorum. 2 kişilik bir masaya oturuyorum. 2 kadından birisi geliyor:

“Ne içersiniz? Çay/Kahve?”
“Çay alayım”
“Ne çayı?”
“Ne çayınız var?”
“Birçok çay var, ben de bilmiyorum, isterseniz bakın”

Kalkıp bakıyorum çay çeşitlerine. Tonla çay. İrlanda çayı gözüme çarpıyor. Onu istiyorum. Ufak bir çaydanlıkta getiriyorlar İrlanda çayımı. Sonra menüye bakıyorum ne var diye. Gözüme çarpan bir şey olmuyor. Genelde bacon (domuz pastırması) ürünleri var. Fransız tostu iyi olabilir diye düşünürken kadın soruyor ne istediğimi. Fransız tostu diyorum ve yazıyor kağıda.

“Başka?”
“Hayır, teşekkürler.”
“Eğer doymazsanız lütfen söyleyin.”
“Teşekkürler”

Sonra bakıyorum ki menüde “Müşterilerimizin kahvaltı masasından aç kalkmamaları firma politikamızdır.” yazıyor. Bir süre sonra tostumu, ardından da maple syrup denen “akçaağaç reçeli”msi bir şeyi getiriyor ve uyarıyor: “Biraz fazla tatlıdır, daha önce yemediyseniz fazla dökmeden önce bir deneyin.”. Deniyorum. Öyle çok da tatlı gelmiyor. Bizim baklavadan yememiş bunlar anlaşılan :) Tost ise yumurtalı tostlardan. Üzerine vanilya serpilmiş. Pek de yağlı görünüyor. Belki de yumurtadan dolayı parlıyor. Yiyorum, tadı fena değil ama yağından olsa gerek pek ağır geldi. Bir süre sadece çay ile idare ediyorum. Bizim çaylardan çok da bir farkı yok aslında. Güzel. Sonra kadın yine geliyor.

“Her şey yolunda mı?”
“Evet ama bir şey sormak istiyorum, ne tür yağ kullanıyorsunuz?”
“Bitkisel yağ kullanıyoruz."
"Hmm, güzel"

Neyse, yemeği yerken etraftaki konuşmalara kulak kabartıyorum. Toplu taşıma greviyle ilgili penyeler basmışlar. Üzerinde “OC Transpo, Christması zehir ettin!” yazıyormuş. Camdan baktığımda karın yağmaya devam ettiğini görüyorum. Yaşlı kadınların dikkatini çekiyor bu durum. Tam karşımda ise bir yeşil tahtada o günün hava durumu yazıyor. Karlı... -9/-16 idi sanırsam. Tam okuyamıyor, sonra da not almayı unutuyorum. Teşekkür ederek kalkıyor, koridordaki gazetelere bakıyorum. İsrailin Gazze katliamı anlatılıyor tüm gazetelerde. Ben tam gazeteleri bırakıp merdivenlere çıkarken yaşlı kadınlardan birisi çıkıyor merdivenden:

“Reçeli sevdin mi?”
“Evet, güzeldi. Daha önce yememiştim.”
“Nerelisin?”
“Türkiye”
“Türkçe/Arapça?”
“Türkçe”
“Erkek arkadaşım Lübnanlı, o da Arapça konuşuyor. Dur bir bakayım, uyanmış mı... Ha, bu arada o reçeli bir ağacın özünü toplayarak yapıyorlar...”

O bunu anlatırken ben bilgisayara doğru meraklı bakışlar atıyorum. Sanki kadını dinlemiyor gibi. Ayıp olmasın diye son bir kere bakıp gülümsüyorum. “Aaah öyle mi, evet, ne güzel” diyerek güle güle yapıyor, bilgisayara geçiyorum. Bilgisayarda Ubuntu yüklü! Ancak çok yavaş! Külüstür bir bilgisayarı koymuşlar. Yazdıktan birkaç saniye sonra görülüyor harfler. Remziye telefonumu veriyor, beni nasıl arayacaklarını tarif ediyorum. O da bizimkilere haber veriyor. Aradan beş dakika geçmeden telefon çalıyor. Resepsiyondaki kadın “sanırım size, isterseniz odanıza bağlayabilirim.” diyor. İyi olur diyerek odama geçiyorum ve oradan konuşuyorum annemle. Sonra uzanıyorum. Kapıdan sesler geliyor. Bir soygun olmuş galiba Ottawada. Ne oluyor böyle, geçen hafta da okulda birisinin bilgisayarını çalmışlardı... Bana hoş geldin demek istiyor sanırım tüm bunlar. Bu arada yarın 12de çıkmam gerekiyormuş. Öğlen kelimesini (noon) noyn gibi dediği için anlamakta zorluk çekiyorum, kadın twelve diye açık hale getiriyor. Camdan bakıyorum ve 2-3 cm kar biriktiğini fark ediyorum. Ne çabuk! Oda hizmeti için geliyorlar. Müsait olmadığımı görüp “İsterseniz daha sonra da gelebilirim” diyor kadın. “İyi olur, zaten bir saate kadar çıkacağım” diyorum. Dışarıya çıkmak için hazırlanıyorum. Termal içlik olmazsa olmazlardan. Bu sırada kendi kendime İngilizce konuştuğumu fark ediyorum. Hemen de ortama ayak uydururmuşum! Dışarıya çıkıyorum. Öğlen saati, en sıcak saat olsa gerek. İyi ki şu kar botlarını almışız. Pek bir rahat oldu. Karların üzerinde gacır gucur yürüyorum. Kaldırım ile yol arasında seviye farkı pek kalmadığı için arada sırada tökezliyorum. Trafik ışıklarına geldiğimde dur manasına gelen el işaretinin yanıp söndüğünü görüyorum. İlk anda bunun “gel” anlamına geldiğini sansam da biraz bekliyorum ve ışık durağan bir el haline geliyor. Bir süre sonra ise yürüyen adam işareti yanmaya başlıyor. İyi ki beklemişim! Karşıya geçiyorum. Arabalarda zincir rezaleti yok. Hepsinin kar lastiği var ve gayet zamanında duruyorlar. Çatır çutur kar sesleri geliyor tekerlerden. Etrafta yüksek yüksek binalar var. Biraz dolaşıyorum. Bir dilenciyle karşılaşıyorum. Evsiz olduğunu söyleyip beş dolar istiyor. Güvenemiyor, yabancıyım deyip uzaklaşıyorum. Bacaklarım üşümeye başlıyor. Biraz tedirgin oluyorum bu dilenciden. Kalın giyindiğim, şapkayla da kafamı örttüğüm için yan gözle arkamdan gelenleri göremiyorum. Bir diğer tedirginlik de bundan. Etrafa bakınarak dönüyorum otele dönüyorum. Etraf çok tenha. Yüksek binalar her yerde. Odaya dönüyor ve bir şeyler (kek, çikolata vs.) atıştırıyorum. Sonra kardeşimle Internetten konuşmak üzere lobiye gidiyorum. Bilgisayarın olduğu oda kilitli. Ben de oturma odasında oturmaya başlıyorum. Lütfen 0ı arayınız kimse yoksa diyor ama çekiniyorum yine de. Biraz broşürlere, gazetelere bakıyorum. Sonra kadın geliyor,

“Bilgisayarı kullanmak istiyor musunuz?”
“Evet, sakıncası yoksa harika olur.”.

Ailemle görüşüyorum, nevresim almam gerektiğini hatırlatıyorlar. İlk günlerin ve o soğuğun şokuyla aklıma alınacak hiçbir şey gelmiyor. Resepsiyonda başka bir kız var bu sefer. Ona soruyorum nereden alabilirim diye. Rideau Centerdan alabileceğimi söylüyor. 15 dakika yürüme mesafesindeymiş. Bywards daha uygun olsa da grev sebebiyle ulaşım daha pahalıya patlayabilirmiş. Bir de yurtlar masasının telefonunu alıyor ve odaya çekiliyorum. Yurtlar masasını arıyorum. Cumartesi (yarın) saat 16 itibariyle yurtlara yerleşebiliyormuşuz. Eşyaları kurcalıyorum. Adaçaylarım ezilmiş. Biraz musluktan su içiyorum. Buranın suları içiliyor! Her ne kadar bazıları damacanayla su içmeyi tercih etse de. Biraz TV izliyorum. 69 tane kanal var. Bir kanalda hava durumu mevcut. -13*C gösteriyor. Saat 19 gibi uyuyorum. Yapacak iş yok nasıl olsa...


Share: FacebookGoogle+Email


comments powered by Disqus