Category: Türkçe

Date:

2 Mart 2009, Pazartesi

Bugün Kriptografi vizesi var.  Kitabı anlamak oldukça zor, slaytlardan gidiyorum. Artık anladığım kadarıyla. Sınava gidiyorum. Önüme 7-8 sayfalık bir sınav kağıdı geliyor. "Höh!" diye hocaya bakıyorum. Gülümsüyor. Neden sonra (bu ifadeyi de Zeynonun oğlu adlı kitaptan kapmıştım), kısa kısa bir sürü soru olduğunu fark ediyorum. 1-2-3-4 puanlık sorular. Toplam 45 puan. Bir de bonus var. Çoğunlukla yorum+işlem. Anlayan birisi için kolay gibi. Ben çok anlamıyorum o ayrı mesele. Elimden geldiğince sallıyorum. Sonradan öğreniyorum ki sınavdan 78 almışım! Oleeeey diye sevinirken sınıf ortalamasının 77 olduğunu görüp yıkılıyorum. Nedir bu ya?

4 Mart 2009, Çarşamba

Bugün Amerikan konsolosluğundan görevliler geliyor okula. A.B.Dye vize alma konusunda bir sunum yapacaklar. Kütüphanedeki bu seminere her ne kadar Amerikaya gidemeyecek olsam da katılıyorum. Bir fikir edinmek lazım. Vize verirken Kanadaya olan bağımızı görmek istiyorlarmış. Döneceğimizden emin olmaları lazımmış. Ben de "4 aylığına değişim için geldim. Bu vize için dezavantaj oluşturur mu?" diye soruyor ve "Evet, biraz öyle" cevabını alıyorum. Daha öncelerde buradaki değişim öğrencisi arkadaş Alp de gelir gelmez başvurmuş, "Şimdi git sonra gel" demişler :) Ancak Burak 6 ayın sonunda Carleton transkriptiyle gittiğinde hemen almış vizeyi. Neyse, boşver zaten çok para gidecek New Yorka gitsem. Benden sonra önümde oturan çocuk bir soru soruyor. "Hangi ülkenin vatandaşısınız?" diye sorulduğunda ise "Türkiye" diyor. "Ahaaa şansa bak!" diye geçiriyorum içimden. Konuştukları konu ise Amerika vizesine Türkiyeden başvurmanın daha avantajlı olacağı. Seminer sonrası ise arkadaşla tanışıyorum. Bekirmiş adı. Facebook adresimi veriyorum. Okulda 40 kadar Türk olduğunu söylüyor. Nedense göremiyorum ben çoğunu. Bir Türk topluluğu bile yok (tüm dünyada olduğu gibi).

Kanada bayrağı

Kanada bayrağı

5 Mart 2009, Perşembe

Kanadanın bayrağını bilir misiniz? Akçaağaç yaprağı vardır üzerinde. İşte o ağacın özünden pekmez yapıyorlar. Bunu da bize göstermek istemiş sevgili ISSOmuz. Bugün bu etkinliğe kaydolmak için ISSOya gidiyorum. Ücret $22. Çoğu ulaşıma gidiyormuş. 1 saat mesafede bir yer. Bana bir güvenlik sözleşmesi imzalatıyorlar. Vay be! Her türlü sakatlanmalardan ben sorumluymuşum. Formalite icabıymış. İmzalıyorum.

8 Mart 2009, Pazar

Bugün bir arkadaşımın doğum günü. Doğum günü kutlaması ise akşam, okul dışında yapılacakmış. Hava durumuna bakıyorum. Fena değil, 0 - 6*C arasında. İçime iç pantolon giymiyorum o yüzden. Çıkıyorum dışarıya ve treni 1-2 dakikayla kaçırıyorum. Otobüse gidiyorum, o da kaçmış. Mecburen diğer treni beklemek üzere istasyona giriyorum. Şubat ayı bittiği için artık ulaşım ücretli. İstasyondaki bir alete demir paralarla $2.25 atıp bileti alıyorum. Aldıktan sonra görüyorum ki bugünün Pazar olması sebebiyle bir sonraki tren yarım saat sonra! Hava da pek sıcak değil. Üşüye üşüye, titreyerek bekliyorum treni. Neyse, ulaşıyorum mevkiimize. Kutlama güzel geçiyor. Kutlama bittiğinde saat akşam 10u geçmiş durumda. Otobüs durağına çıkıyorum. Hava birden bire -5 -10 civarına düşmüş galiba. Bir sonraki otobüs 15-20 dakika sonra. Durak camlarının içine giriyor ve beklemeye koyuluyorum. Etraf ıssız. Gelen geçen pek yok. Tek tük. Sonra durakta dans etmeye başlıyorum. Hayır hayır, kafayı çekmedim. Donmamak için en eğlenceli yöntem olarak şarkı söyleyip oynamayı buldum. Yoldan geçen arabalar / karşı evlerden bakanlar "Aha bir deli daha" diyorlardır herhalde. 15 dakika kadar dans ettikten sonra otobüs geliyor. Birkaç durak sonra otobüse bir Türk biniyor. Bir şekilde tanışıyor ve konuşmaya başlıyoruz. Yaşlı bir amca. 1980de elçinin aşçısı olarak gelmiş, ondan sonra göçmenliğe başvurup burada kalmış, dönememiş de. Bu aralar emekli olup Türkiyeye gitmenin peşinde. Maaşı üçte birine düşecekmiş. Sistem hakkında konuştuk, ülkeleri karşılaştırdık. Diyor ki "Burada sakın ola, yaşlıya, çocuğa ve hayvana sataşma; anında hapse atarlar." Pek bir katıymış kurallar. Neyse, ineceğim Bayview durağı geliyor ve iniyorum. Trene bineceğim yine. Saat 11 olmuş neredeyse. İstasyonda kimse yok. Bir genç daha var sadece. Bir sonraki trenin de yarım saat sonra olduğunu görüyor ve dansa devam diyorum. Ancak güç kalmadı artık. Gece 11.40 gibi odama vardığımda dışarıda 5-10 dakika durmayı planlayıp 70 dakika kaldığımı hesaplıyorum. Umarım hasta olmam!

11 Mart 2009, Çarşamba

Halim hoca, doktora öğrencileriyle öğle yemeğine gideceğini söyleyip beni de davet ediyor. Memnuniyetle kabul ediyorum ve Minto binasında buluşuyoruz. Faruk hocam da orada. Halim hocanın öğrencileriyle de tanışıyorum. Sonra arabalara yöneliyoruz. Yolda Halim hocaya son gelişmeleri aktarıyorum. Carletona yüksek lisans başvurusu için Türkiyeden Çağlar hocamın Aras Cargo ile gönderdiği referans mektubu İstanbulda DHLe aktarılırken göndericinin(Aras Cargo oluyor bu durumda) huzurunda açılmış ve denetlenmiş. Benim elime de zarfı yırtılmış bir mektup geliyor. Bu sebeple başvuramıyorum. Arabaya binerek yola çıkıyoruz. Yanımda Sebastian var. Onunla not sistemleri hakkında konuşuyoruz. İranda 80 harikulade olarak nitelendirilirken burada 80 ortalamaya tekabül ediyormuş. Kriptografi ortalamasına şaşmamak lazım. Restauranta varıyoruz. Kanata semtinde bir yer. Biraz uzak. Açık büfe, uluslararası sulu yemek çeşitleri. Tıka basa yiyoruz. Özlemişim bu tür yemek yemeyi. Yanımızda oturan öğrencilerle konuşuyoruz. Galatasarayı biliyorlarmış. Avrupada biliyorlar da, Kuzey Amerikada nasıl biliyorlar hayret! Yemeğin ardından şekerimsi bir şey ikram ediyorlar. İçinden falım sakızları gibi fal kağıdı çıkıyor: "Fate will find a way"... Her ne kadar bu tür fallara itibar etmesem de çıkan şey oldukça ilginç geliyor. Sanki her şeyin ters gitmesine mesaj olarak söylüyor bunu. "Endişelenme, her şey yolunu bulur" :) Tesadüf işte. Dönerken dışarıyı bol bol izliyorum. Karlar erimeye başlamış. Sarı otları görebiliyorum. "Oleeeeeey diyorum sonunda ülkemi anımsatan bir şey gördüm". Uzun zaman toprağı görmedikten sonra ot görmek ferahlatıyor insanı.

Akşam da çok sıkıldığım bir anda komşulardan Jeff beni çaya çağırıyor. Gittiğimde odasında Hooman (karşı komşusu) da var. Muhabbete dalıyoruz. Oldukça güzel bir sohbet oluyor. Polonyalı Yahudi kökenliymiş Jeff. Hooman ise İranlı. Türkiye, Türkiyedeki Yahudiler, ekonomik durum, vizeler ve vize süreçleri, Jeffin Türk hamamlarında masaj yaptırma merakı, petrol fiyatları, küresel ekonomik kriz, Almanların homojen bir toplum olması ve Türklere kötü bakışı, Quebec eyaletinin %51 oy ile son anda Kanadadan ayrılmaktan vazgeçmesi, işsizlik sigortaları, Hz. İsanın 3 farklı dinde nasıl görüldüğü, Yahudi soykırımı, Kıbrıs sorunu, Güneydoğu sorunu, Filistin sorunu, iklim değişiklikleri, petrolün geleceği gibi derin konularda konuşuyoruz. Hiç de tatsızlık çıkmıyor. Herkes bir birine saygılı olduğu sürece korkmaya gerek yok görünüşe göre. Bir ara Jeff gidip odasından İstanbul haritası çıkararak beni şaşırtıyor. Meraklı! Senin ev nerede diyor. Önce Kadıköyü buluyorum yukarıya gidiyorum gidiyorum, bakıyorum harita bitiyor ve Jeff burnuna doğru bakan bir parmak görüyor! :D "Vaaav pek bir uzakmış!" Türkiyeye geldiğinde bende kalmak gibi planları vardı ama sanırım evin uzaklığı caydırır :D

Biz konuşurken oda arkadaşı uyanıyor. Rahatsız ettiğimizi anlayıp e-posta adresi değişiminin ardından ayrılıyoruz. Haftasonu Türk restoranına gideceğiz...

Not: Niye kimse uyarmıyor? Durmadan "Neyse" deyip duruyormuşum!


Share: FacebookGoogle+Email


comments powered by Disqus